Bu yazıda, gerek kısa filmleri ile gerek uzun metraj filmleri ile sinema kariyerinin başından beri feminist sinema içerisinde kendinden daima söz ettirmiş bir yönetmenin filmini inceleyeceğim. Yönetmen, 1954 doğumlu Yeni Zelandalı Jane Campion ve inceleyeceğimiz filmi ise feminist sinema külliyatı içindeki önemli filmlerden biri olan The Piano (Piyano).

The Piano, Jane Campion’a büyük bir şöhret kazandırmasının yanı sıra kadın yönetmenlere dair kalıplaşmış fikirleri de yıkmıştır. 1993 yapımı Amerikan filmi olan The Piano bizi çok hoş bir insan sesi ile karşılar. Bu ses, filmin ana karakteri olan Ada’ya aittir. Ancak henüz ağzını açtığını görmemişizdir…

Film, 19. Yüzyılın ortalarında Yeni Zelanda’da geçer ama aslında bir tarihin ve belki şimdinin müziğini dinletir. Ada, geçmişin ve bugünün susturulan kadınlarının hepsidir aslında. Filmin başındaki ses, daha çocukken susmuş ve bir daha konuşmamış Ada’nın iç sesidir. Ona düşüncelerini bilecek kadar yakın ancak sesini duyamayacak kadar uzağızdır. Tıpkı aynı kaderi paylaştığımız diğer kadınları görmekten uzak olduğumuz gibi.

Ada, bir dilsiz olmamasına rağmen susmayı, daha çocukken tercih etmiştir. Tercih etmiştir demek aslında burada doğru bir ifade bile değildir zira bir kadın olarak kendisine, varlığına, düşüncelerine, eylemlerine değer verilmiyorken susması sadece zorunlu bir sonuçtur. Ancak Ada, kendisini var etmeye kararlıdır ve bunu da piyanosu ile göstermektedir.

Piyano sadece Ada’nın sesi değildir. Film ilerledikçe bir arzular sığınağı ve bazen de arzuların boşaltıldığı bir nesne haline gelir. Ada’nın sesi iken ve hatta izleyicisini filmin içinde yaşatan bir arzu aracı olduğunda oldukça değerli olan bu piyano, zaman zaman sadece bir nesne oluşu ile de gerçek yaşamla ilişkisini kurmayı başarmıştır.

Feminist Sinema İçerisindeki The Piano’nun Konusu

Film, Ada McGrath adlı kadının, kendisi için planlanmış bir evliliğe uygun davranmak için küçük kızı ile birlikte Yeni Zelanda’ya gitmesinin ardından kendi özgürlüğünün ve cinselliğinin arayışını konu edinir. Yolculuğun sonunda ise görkemli piyanosu ile birlikte sinema tarihine unutulmaz bir film karesi bırakır.

Ada ile evlenen Stewart, küçük kızı ile Ada’nın yanına geldiğinde ise Ada’nın sesi yerine geçmiş piyanoyu geride bırakarak gider. Ataerkil ve emperyalist düzenlerin bir yansıması olan Stewart, çevresindeki herkese olduğu gibi ilk defa gördüğü Ada’ya da üstten, küçümseyici bir şekilde bakar. Bu tutumunu filmin devamında da yerlilere karşı takındığına şahit oluruz. Stewart, yerlilerin topraklarını küçümseyen, dillerini öğrenmeye gerek duymayan burjuvazi bir tiptir.

Ancak Ada’nın sesini duyan birisi vardır. Onun arzularını canlandıran, Ada’nın kendisini arayışına destek olan, özgürlüğünü kabul eden birisi vardır. Bu kişi, yüzünde dövmeler bulunan, yerli halkın sevdiği, koruduğu Baines’tir. Baines, piyanonun Ada için önemini fark etmesinin ardından piyanoyu satın alır ve evine getirtir. Ada’nın ona ders vermesi karşılığında Stewart’a önemli bir arazi teklif eden Baines, Ada’yı piyano başında gördükçe yenilenir. Ada ile piyano arasındaki iletişimden etkilenen Baines’in içinde zamanla Ada’ya beslediği tutku büyür. Ada’ya piyano çalması için şart koşar ve ondan her siyah tuş karşılığında bir isteğini yerine getirmesini teklif eder.

Kendini Gerçekleştiren Bir Kadın: Ada McGrath

Piyanosundan ayrı kalmaya dayanamayan Ada teklifi kabul eder. Böylelikle o her gün piyanosuna kavuşurken Baines ile Ada arasında bir yakınlık oluşur. Bu yakınlığı gören Stewart ise Ada’nın üzerinde kuramadığı hâkimiyet sonucu iktidarını sorgular. Ada’nın üzerinde hâkimiyet kurabileceğini göstermek için ise Ada’ya korkunç biz ceza verir, ona eziyet eder. Ada’nın parmağını balta ile kesen Stewart, kesik parmağı Baines’e gönderir ve Ada’dan uzak durması mesajını verir.

Sömürge topraklarında halk uygarlaşmanın uzağında kalmıştır, Stewart ise işgalci olarak istediği her şeyi yakıp yıkmaktadır. Balta imgesi de filmde sömürge topraklarında yaşayan yerli halk ile sömürgeci arasındaki bu korkunç ilişkiyi gösterir. Baltayı perdenin arkasından yansıtma yolu ile izleyicisine gösteren tiyatro sahnesinde, yerlilerin tiyatro oyununu gerçek sanarak sahneyi işgal etmesi de bununla ilişkilidir.

Collider’de tüm zamanların en iyi erotik filmleri listesinde yer almayı başarmış The Piano, Baines’in Ada’ya olan tutkusunu piyona yolu ile gerçekleştirmesi ve Ada yokken, kendi kıyafetleriyle piyanoyu silmesi ile izleyicisine unutulmaz anlar yaşatmıştır.

Kamera ile birlikte Baines’in gözleri olup Ada’nın omuzlarına, boynuna, ellerine bakar ve böylelikle film içerisinde hem erkek bakış açısını hem de kadın bakış açısını deneyimlerken, kendimizi tutkuyu bizzat yaşarken buluruz.

The Piano’nun sinema tarihindeki yine unutulmazlara imza atan bir başka sahnesi vardır. Ada’nın Bianes ile kavuştuğu ve ardından piyanosunu da yanlarına alarak okyanusta açılırlarken suya atladığı sahnedir. Piyanonun suya atılmasını kendisi istemiş olsa da bir anlık bir şüphe ile varoluşu için onun gerekli olduğuna inanır ve piyanonun bağlı olduğu halatın bir ucunu ayağına takarak onunla sulara atlar. Ancak piyano onu suyun içinde derinlere çekerken güçlü bir kadın olan Ada, artık sesini duyurmak için piyanoya ihtiyacı olmadığının farkına varır. Çünkü o, ondan istenilen evliliği değil kendi istediği adamla yaşamayı tercih ederek zaten kendini, varoluşunu, özgürlüğünü gerçekleştirmiştir.

The Piano hem konusu ile hem oyunculukları ve görüntü yönetmenliği ile hem de izleyicisini içine çeken soundtrack ile feminist sinema içerisindeki çok değerli bir film.


Film Önerileri kategorisinde bulunan diğer içerikleri de okumanızı tavsiye ederiz!